Geride bıraktığımız iki sene bizlere okulların varlığı, öğretmenin mahiyeti ve özellikle de eğitimin geleceği ile alakalı oldukça çok şey öğretti. Eğitimin, yalnızca bir öğrenciye ilgili alanla alakalı birçok şeyi öğretmek olmadığının nasıl farkındaysak, okulun da yalnızca bir bina olmadığını çok iyi öğrendik. Elbette bir öğrenci çevrim içi derslerde birçok şeyi öğrenebilir ancak okulda ve sınıfta öğrenciye yalnızca akademik eğitim verilmez.

Davranışlar, iletişim, ilişkilerin önemi gibi birçok önemli konuda, öğrencilerin okul sıralarında verilen akademik eğitimden çok daha fazlasını öğrendiğini fark ettik. Fakat bundan da önemlisi kendi eğitim modellerimizi de bu sayede sorgulayabilme fırsatı bulduk. Öğrencilere öğrettiğimiz birçok teorik bilginin pratikteki karşılıklarını, öğrendikleri birçok şeyi kendi hayatlarına uygulayabilme becerilerini ve her şeyden önemlisi soru sorma yeteneklerini yeterince destekleyip desteklemediğimizle alakalı kaygılarımızı bu dönemde tekrar gündeme getirdik. Senelerdir değişmeyen akademik bilgileri ısrarla ve -belki de sadece değişim olduğuna inanmak için- farklı farklı yöntemler kullanarak tekrar etmemizin öğrencilerdeki karşılığı acaba ne?

Etimolojik açıdan bakarsak okulda öğrenim gören insanlar için kullanılan iki kelime var sözlüğümüzde: Talebe ve öğrenci. İlki Arapça kökenli ve “talep etmek/istemek” kökünden geliyor. Talebe; talep eden, isteyen demek. Peki neyi talep ediyor okullarımızdaki milyonlarca öğrenci? Bilgiyi? Belki bir kısmı… Bilmeyi? Hepsi… Öğrencilerin okullardan ve biz öğretmenlerden istediği tek şey bilmek. Fakat hepsi başka başka şeyleri bilmeyi istiyor. Ancak bizler ısrarla ve senelerdir aynı, değişmeyen tonlarca bilgiyi öğretmek için çabalıyoruz. Öğrencide bir karşılık bulamayınca da haliyle -deyim yerindeyse- “çuvallıyoruz.”

Elimizde bilmeyi isteyen ancak çok az şeyi bilerek okullardan mezun ettiğimiz milyonlar kalıyor yalnızca. Kaybolmuş, aradığını bulamamış, istediğini bilememiş ve bu yönde “eğitilmemiş” milyonlarca öğrenci… Eğer eğitimin ülkenin geleceği olduğu konusunda hemfikirsek, galiba bizi bekleyen gelecek kaybolmuş ve savrulmuş durumda. İkinci sözcük ise Türkçe ve tarihi açıdan çok eski dönemlere kadar uzanan bir fiile dayanıyor: “-ö” fiili. Ömek, “düşünmek” demek. Öğrenci ise “düşünen kişi” anlamında. Okullarımıza “düşünmeye” gelmiş milyonlarca insanın kafasını aynı ve değişmeyen bilgilerle doldurup sonra da onlardan bizim için bir gelecek inşa etmelerini bekliyoruz. Sordukları soruları dinlerken kendimizin cevabı bilip bilmediğini düşünüyoruz. Onları düşünmeye değil, bizim bildiklerimizi ve aktardıklarımızı kabullenmeye, bunun dışına çıkmamaya alıştırıyoruz. Düşünen insanlar değil, alışan insanlar yetiştiriyoruz. Daha da kötüsü bunun en iyisi olduğunu söylüyoruz ısrarla öğrencilerimize.

Belki de yeni eğitim modelleri denemeliyiz ki, deniyoruz da. Belki de yöntemlerimizi değişmemiz gerekiyor ki, değişiyoruz da. Kısacası ısrarla aynı yöntemlerle devam edip karşımızdaki her bir öğrencinin bir hayat taşıdığını ve bizlerin verdiği her kararda bir hayatı doğrudan etkilediğimizi fark etmemiz gerekiyor. Görevimizin mahiyeti bazen düşündüğümüzden çok daha fazla.

Yeni eğitim modelleri deneyelim, yöntemlerimizi değişelim ancak bizler? Bizler değişmedikçe, yenileşmedikçe eğitim modelleri değişse de önemi var mı? Çuvaldız biraz da bizler için yok mu? Necip Fazıl’ın dediği gibi bazen kendimize “Suçlu benim, herkes suçsuz!” demek gerekmiyor mu? Hiç olmazsa tohumu saçıp, bitmediğinde toprağı suçlamamız daha evla değil mi? Ülkemizi bekleyen gelecek ancak biz öğretmenlerin asla yorulmamasına ve hep ileriye doğru durmadan yürümesine bağlı.